RAYLARIN İKİ YÜZÜ

   Sabah saat 06:12. Bu saat, Ahmet’in tam olarak uyanmadığı ama gözlerini yavaş yavaş araladığı zamandı. Alarm henüz çalmamış olurdu ama zihni ona karşı koyamayan bir alışkanlıkla çoktan ayaklanırdı. Yorganın altından doğrulmadan, tavana bakarak düşünürdü: "Bugün de geçti diyebileceğim bir şey olacak mı?"

   06:30’da kalkar, evin sessizliğini bozmadan giyinirdi. Gömleğini giyerken düğmeleri her sabah biraz daha yavaş iliklerdi. Zamanı durduramasa da yavaşlatmak istiyordu belki de. 07:00 treniyle işe gitmek için yürüdüğü yolun taşları, sabah ayazıyla birleşince daha da sert görünürdü gözüne. Yolun iki yanında yeni yapılan apartmanlar yükseliyordu. Krediyle alınmış hayatlar, borçla örülmüş duvarlar.

   Trene bindiğinde her zamanki cam kenarını aradı. Karşısına oturanların çehresi değişse bile hissettirdikleri aynıydı: uzaklık. Kulaklık takılı gençler, telefonlarına gömülmüş iş adamları, manikürlü parmaklar... Hiçbiri onun farkında değildi, o da artık fark edilmek istemiyordu zaten.

   Dışarıda gecekondu mahallesinin içinden geçen tren, zıtlıkların belgeselini çeker gibiydi. Gözleri ipteki çamaşırlara takıldı, bir kadının eğilip su bidonu taşıyan hâlini gördü. Aynı şehirde bu kadar farklı hayatın nasıl sürdüğünü düşünürken içinden geçirdi: "Adalet bazen yalnızca bir kelime. Sözlükte durduğu kadar sessiz."

   İş yerine vardığında, güvenlik görevlisiyle başını eğerek selamlaştı. Binanın lobisi yeni boyanmıştı, ama boyanın altındaki çatlaklar hâlâ belliydi. Tıpkı kurumun kendisi gibi. Dışarıdan bakıldığında sistemli, içeriden bakıldığında tıkanmış.

   Ahmet, teknik birimdeydi. On beş yıldır aynı odadaydı. Masa değişmişti, bilgisayarlar değişmişti, ama yöneticilerin oturduğu odalardaki perde ve halılar bile yenilenmişken, onun çalıştığı odada hâlâ pencereden sızan rüzgârla baş ediliyordu.

   O gün, müdür yardımcısı odasına çağırdı. Yeni gelen bir personelin bilgisayarı kurulacaktı. Yeni personel, yüksek lisanstan yeni mezun bir gençti. Kendi odası, ergonomik koltuğu, hatta kişisel kahve makinesi bile vardı. Ahmet, sessizce kurulumları yaptı. Genç adam kibardı, ama o kibarlığın içinde bile bir üstünlük seziliyordu. Tıpkı "Beni senin gibi biri eğitemez" diyen bakışlar gibi.

   Öğle arasında kantine indi. İki teknisyen mesai saatlerinin artmasından şikâyet ediyordu. Üç gündür fazla mesai yaptırılıp yazılmamıştı bile. Ahmet dinledi, başını salladı. Aynı dert yıllardır sürüyordu. Dile getireni işten uzaklaştırıyorlardı, getirmeyene sabır madalyası da verilmiyordu.

   Bir ara müdürün odasından kahkahalar yükseldi. İçeride, üst kademe yöneticiler mangal planı yapıyordu. Şaka yapıyorlardı, "Bu hafta Adalar'a gidelim, teknede biraz kafa dağıtalım" diye. Ahmet o sırada çay sırasındaydı. Plastik bardaktaki çayı fincanla kıyaslamıyordu artık; çünkü kıyas yapacak bir eşitlik kalmamıştı.

   O gün ofis katında bir e-posta dolaştı. "Personel motivasyonu" başlığıyla herkese gönderilen e-postada, çalışanların fedakârlığı övülüyordu. Altına müdürlerin isimleri imza olarak eklenmişti, ama Ahmet ve arkadaşlarının isimleri yoktu. O mektup, emekçilerin adı anılmadan yazılmış bir teşekkürdü. Yok sayarak şükrettirmek.

   Akşam dönüşte tren yine kalabalıktı. Ayakta durdu, raylardan geçen karanlığı izledi. Camda yansıyan yüzü, eski bir fotoğraf gibiydi. Eskimiş ama hâlâ net. Tren yavaşladığında bir lüks site daha gözlerinin önünden geçti. Giriş kapısında şu yazı asılıydı: “Yaşam bir ayrıcalıktır.” Ahmet o yazıya uzun uzun baktı. Sonra gözlerini trenin arkasında kalan gecekonduya çevirdi. Aradaki mesafe birkaç yüz metredir belki ama hayatlarının arasındaki mesafe bir ömürden fazlaydı.

   İnmeden önce içinden geçirdi: "İnsanlar raylara göre değil, rayların hangi tarafında doğduklarına göre yaşıyor... ve bu tren hep aynı yöne gidiyor."


1 kişi beğendi.

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış.
Ad :
E-Posta :
Yorum :
Label