ÇINAR AĞACI
-Ön Söz-
Bu öykü, uzun yıllar boyunca "Çınarla Sohbet" başlığı altında yazdığım yazıların arasından yapılmış kısa bir seçkidir. Olayları bu kez çınarın ağzından anlatmaya çalıştım.
-1-
Ben bir çınar ağacıyım. İçinden tren geçen şehrin, içinden tren geçen caddesinde (arkadaşım böyle betimliyor bulunduğum yeri) yüz yıldan daha uzun süredir yaşıyorum. Benim için uzun bir süre değil aslında ama siz insanlara göre çok uzun bir süreymiş. Arkadaşımın söylediğine göre benim yeni dikildiğim zamanı, hatta şu anki boyumdan daha kısa olduğum zamanı gören hiçbir insan hayatta değilmiş artık. Bana göre küçük bir fidan olduğum zamanlar daha dün gibi. O zamanlar insanların sayısı çok daha az, ağaçların sayısı ise çok daha fazlaydı. Ne yazık ki siz insanlar çoğaldıkça biz ağaçlar azaldık. Oysa insanlar daha dünyada yokken biz ağaçlar tüm dünyada hüküm sürüyorduk. Hâlâ sayımız sizin sayınızın çok üstünde, bilim insanlarınızın tahminlerine göre gezegenimizde üç trilyondan fazla ağaç yaşıyormuş. İnsan başına yaklaşık dört yüz ağaç eder.
Bütün ömrümü köklerimin derinlere nüfuz ettiği bu toprağın üzerinde geçirdim. Yerim, dikildiğim günden beri bir santimetre bile değişmedi. Sadece yıllar geçtikçe gövdem genişledi ve boyum uzadı. Dallarım gelişti, çoğaldı; yapraklarım her yanımı sardı. Yerim değişmedi ancak çevrem her zaman değişim içindeydi. Yirmi üç yıl öncesine kadar burada bir demiryolu vardı. Arkadaşımın buraya içinden tren geçen cadde demesinin sebebi budur. Demiryolu ben buraya dikilmeden on beş yıl önce yapılmış, tam yüz yirmi altı yıl boyunca kullanılmıştı. Ben küçükken çevremizdeki evler de küçüktü. Zamanla hepsi yerlerini yüksek binalara bıraktı. Boyum uzadıktan sonra yıllar boyu üst yapraklarımdan tüm şehri görebiliyordum. Yüksek binalar yapıldıktan sonra çoğumuz caddeden başka bir yeri göremez olduk. Eskiden demiryolundan buharlı trenler, caddeden ise at arabaları geçerdi. Zamanla atların yerini motorlu araçlar, buharlı trenlerin yerini dizel motorlu trenler, daha sonraları ise elektrikli trenler almaya başladı. İnsanların giyimleri, konuşmaları, yaşam şekilleri sürekli değişti. Ömrümün ilk yüzyılı boyunca değişmeyen tek şey insanlar ile iletişim kuramamamdı. Sonra bir gün hayatım boyunca görmediğim ve hiçbir ağaçtan duymadığım bir şey yaşadım. Bir insan, arkadaşım, benimle iletişim kurdu. O yıllarda demiryolu duruyordu ve tanıştığımız gün ben yüz altı, arkadaşımın ise on iki yaşındaydı.
-2-
İçinden tren geçen cadde yapraklar içindeydi o sabah. Sarı bir sonbahar günüydü doğmakta olan. Hafif esen rüzgâr yapraklarımın arasından geçiyor, yapraklarımın hışırdamasına ve arada bir de zayıflamış bir yaprağımın kopup düşmesine sebep oluyordu. Her sabah yaptığım gibi yakınımdaki ağaç arkadaşlarımla birlikte yoldan geçen insanları izliyor ve onlar hakkında yorumlar yapıyorduk. O sırada bir çocuk yanımda durdu ve gövdeme yaslandı. Bu çocuğu daha önce de görmüştüm, zaman zaman yanımda durur, bazen gövdeme yaslanır bazen de dallarıma bakardı. Hüzünlüydü, bir süre sessizce bekledi sonra başını yukarı doğru kaldırdı ve yapraklarıma bakarak "Ağaçlar da acı çeker mi?" diye sordu. Biz ağaçlar çoğu zaman içinde bulunduğumuz toplumun konuştuğu dili anlayabiliyoruz. Nadir de olsa bize bir şeyler söyleyen insanlar olabiliyor ancak bu daha çok o insanın kendi kendine konuşması şeklinde oluyordu. Ama bu sefer durum biraz farklı gibiydi. Çocuk sorusunu sorduktan sonra gözlerini bana dikmiş bir şekilde yanıt bekliyordu. Şaşırmıştım, yine de elimde olmayarak otomatik bir şekilde yanıt verdim; "Tabi ki bizim de canımızı acıtan durumlar olabiliyor." Başını önüne eğdi, gövdeme bakarak "Peki yüreğin de acıyor mu?" dedi. Asıl şoku şimdi yaşıyordum. Çocuk beni anlamış mıydı, yoksa rastgele sorular mı soruyordu? "Beni duyabiliyor musun?" diye sordum. "Evet duyabiliyorum, başka türlü nasıl yanıt verebilirim ki?" dedi gayet doğal bir şekilde, sanki bu durum onu hiç şaşırtmamış gibiydi. O konuşurken bir şey dikkatimi çekmişti, hiç ağzını kıpırdatmıyor ve herhangi bir ses çıkarmıyordu. Bizim ağaçlar olarak kendi aramızda anlaşmamıza benzer bir durumdu sanırım. Hemen diğer ağaç arkadaşlarıma çocuğun söylediklerini anlayıp anlamadıklarını sordum. Benden başka hiçbir ağaç onu duyamıyordu. Çocuğa diğer ağaçları duyup duymadığını sordum. O da benden başka hiçbir ağacı anlamadığını söyledi. İkimiz arasında özel bir durumdu bu demek ki. Siz insanların uza duyum dediği şeydi galiba bu.
Bir süre söyleştik onunla. Caddenin ilerisindeki okulda altıncı sınıf öğrencisi olduğunu, evinin de okulun karşısındaki sokağın sonunda bulunduğunu öğrendim. Yanımdan ayrılırken sık sık yanıma uğrayacağını söyledi ve hızlı adımlarla uzaklaştı. Geçirdiğim şaşkınlık ve araya giren diğer konulardan dolayı "acı" meselesini konuşmayı unutmuştuk.
İşte arkadaşım ile dostluğumuz böyle başladı.
-3-
Arkadaşım ile tanıştığımız o günün üzerinden otuz sene geçti. O şimdi yetişkin bir insan oldu, bende ise pek bir değişiklik yok. Şehir ise her zamanki gibi hızla değişmeye devam etti. Biz tanıştıktan altı yıl sonra tren artık buradan geçmez oldu. Ondan bir yıl sonra da arkadaşım öğrenci olarak başka bir şehre gitti. O günden sonra temelli olarak dönmedi bu şehre. Geldikçe yanıma uğramayı ihmâl etmiyor ama yine de özlüyorum onu. O gittikten sonra eski tren yolu yürüyüş yoluna çevrildi. O zamandan beri de eskiden trenlerin geçtiği yerde insanlar yürüyor artık.
Yüz otuz beş yıllık hayatım boyunca çok şeyler gördüm. Savaşlar, işgaller, kurtuluşlar, doğumlar, ölümler, başlangıçlar, bitişler… Ama en olağan üstü deneyimim arkadaşım ile olan dostluğum oldu. O bana yaşadıklarını, hissettiklerini, düşlerini, bulduklarını, kaybettiklerini, düşüşlerini, yeniden ayağa kalkışlarını anlattı. Bir insan neler yaşar, nasıl büyür, neler hisseder hepsini öğrendim. En çok ilgimi çeken ise ilk konuşmamızın konusu olan çekilen acılardı. Çok kırılgan bir çocuktu o, zamanla biraz güçlendi ama farkında olmasa da hâlâ o kırılgan çocuğu yüreğinde taşıyor. Aldırmaz gibi görünse de en ufak şeyler bile yüreğini acıtıyor. Siz diğer insanlar anlayamayabilirsiniz ama ben onun duygularını yüreğinin çarpış şeklinden bile anlayabiliyorum. Zaten kendisi duygularını gizleme konusunda uzman sayılır. Mutlu görünürken bile yüreğinden yaşlar süzüldüğüne tanık olduğum zamanlar olmuştur. Ona birçok kere niye duygularını diğer insanlardan gizlediğini sorduğum hâlde bir yanıt alamadım.
-4-
"Biliyor musun, yakın zamana kadar başka bir evde oturuyorduk. Bir sürü arkadaşım vardı o evin olduğu sokakta. Arkadaşlarım ve eski okulum orada kaldı. Aslında çok uzakta değilim, sık sık gidebiliyorum. Yine de hiçbir şey eskisi gibi değil, artık kimse gelip beni evden çağırmıyor. Eskiden olsa çağırmalarına bile gerek kalmadan seslerini duyup yanlarına giderdim hemen. Aynı okula gider, aynı sınıfta olmasak da teneffüslerde beraber oynardık. Benim için bambaşka bir dünyaydı merdivenli sokak. Şimdi yine gidiyorum ama aynı olmuyor, oradaki dünyanın dışında kaldım artık, hayat orada bensiz akıyor, ben arada bir misafir oluyorum o dünyaya."
Bu sohbeti yaptığımızda tanışalı bir-iki ay kadar olmuştu. Her anlattığını ilgi ile dinliyor, onu çözmeye çalışıyordum. Hüzün dolu bir çocuktu, bu yaşta bu kadar hüznü nasıl biriktirmişti, bununla nasıl başa çıkabiliyordu bilmiyorum.
-5-
Arkadaşlığımızı bayağı ilerletmiştik, hemen hemen her okul günü uğruyordu yanıma. Bazen kendisinden, bazen arkadaşlarından, okulundan, başından geçen ilginç olaylardan, okuduğu kitaplardan, bazen havadan sudan, yoldan geçen insanlardan, kısaca hayata dair her konudan konuşuyorduk. Ortaokulu bitirdiği son okul günü yanıma uğradı.
"Yine bir veda zamanındayız, vedaları sevmiyorum biliyorsun. Bir sürü arkadaş edin, onlar için emek ver, onlar senin için emek versin, sonra bir gün yine veda ederken bul kendini. Bu vedaların en hüzünlü yanı ise birbirimize yine görüşeceğimize dair verdiğimiz ve hiçbir zaman tutulamayacak olan sözler. Belki bazıları ile bir süre görüşülecek, sonra yolda karşılaştıkça kısa süreli sohbetler edilecek ve daha sonra beklenen kopuş gerçekleşecek. Bak çocukluk arkadaşlarımla ne kadar az görüşüyoruz artık, bazen bir ay görüşmediğimiz zamanlar oluyor. Oysa merdivenli sokakta otururken burada olduğum her gün görüşürdük mutlaka, her şeyimizden haberimiz olurdu. Uzak kalınca hayatlarından da uzaklaştım, artık bensiz de yaşayabiliyorlar ama ben onlarsız yapamıyorum. Bu okulda da iyi arkadaşlarım oldu ama onların yerini dolduramadı hiçbiri. Çoğu zaman haftada bir görüşsek bile özlüyorum onları."
Bu sözleri söyledikten sonra sustu ve uzaklara daldı. Özlemek onun yazgısıydı galiba, hayatı hep bir şeyleri özleyerek geçiyordu. Kimseyi, hiçbir şeyi geride bırakamıyor, içinde hep bir mücadele yaşıyordu. Daldığı yerden geri geldiğinde rengi tamamen değişmişti, konuyu değiştirdi ve günlük şeylerden bahsetmeye başladı.
-6-
Liseye başlamadan kısa bir süre önce, merdivenli sokağa yakın bir yere taşındılar. Artık kendi alanına dönmüş, çocukluk arkadaşlarına kavuşmuştu. Hiç ayrılmayan dört kişilik bir gruptular, onları birlikte çok sık görüyordum. Hatta benimle uzun konuşmalar yapacak vakti bile olmuyordu. Bu durum fazla uzun sürmedi. Daha birinci sınıfın ilk dönemi bitmeden uzağa, tanıdığı kimse olmayan bir yere taşındılar. Bu olay onun için genel anlamda olumsuz olsa da bazı durumlara yol açtı. Yalnız geçirdiği zamanlar arttıkça kendini yazmaya daha çok vermeye başladı. Küçük yaşlarda başladığı yazma serüveni biraz daha şekil aldı. Zaman zaman bana gelip yazdıklarından ya da yazmayı düşündüğü şeylerden bahsederdi. Yazmak onu hayata bağlayan bir şeydi, "Yazdıklarımı okuyan kimse yok ama yazmak benim için çok önemli, nefes almak gibi gerekli bir şey. Yazdığım sürece yaşayabiliyorum sanki." derdi. Aklında yazmayı düşündüğü bir hikayesi olurdu hep. Çoğu yazılamadan unutulup gitti.
-7-
"Durdum baktım arkandan sen giderken
Bana bir hoşça kal bile demeden giderken
İnsan neler duyar anladım o zaman
Can alıp başını benden giderken" *
Bir nisan günü gelip bu dörtlüğü okudu bana. Bir süre sustuktan sonra anlatmaya başladı.
"Şair bu şiiri yirmi dört yıl önce yazmış. Bugün bu dörtlüğü yaşadım sanki. Hiç yokmuşum gibi geride bırakılıp gitmenin ne demek olduğunu anladım. İnsanlara gereğinden fazla değer veriyorum galiba. Onları kırmamak için kendimi görmezden geliyorum çoğu zaman. Bir süre sonra insanlar da beni görmezden gelmeye başlıyor böyle olunca. Belki de bu hakkı onlara kendim veriyorum. Ama başka türlü olamam ki ben, değer verdiğim bir insanı kıramam. Bir insana değer verdiysem, sevdiysem, dostum dediysem ona iyi gelen biri olmalıyım diye düşünüyorum. Kimse her an yanımda olmak zorunda değil, bana ihtiyaç duyduklarında gelirler diyorum. Bütün bunların sonucu olarak da normalde görünmeyen, ihtiyaç duyulduğunda uğranan bir liman oluyorum."
* Dörtlükler - Ataol Behramoğlu, 1974
-8-
Sıcak yaz günlerinin yaşandığı bir gece yarısı bütün şehir bir depremle sarsıldı. Benim bulunduğum yerde herhangi bir yıkım olmadı ancak insanlardan duyduğum kadarıyla çevremizde çok yıkım olmuş, çok insan ölmüştü. Bir süre arkadaşımdan haber çıkmadı. Onu göremediğim her gün endişem katlanarak artıyordu. Bir akşamüstü yanıma geldiğinde sevinçten tüm yapraklarım sallanmıştı. Kederli ve bitkindi. Kaybettiği akrabaları ve arkadaşları vardı. Enkaz başlarında zor günler geçirmiş, çok acı şeyler görmüştü. Şehirdeki birçok insan onun durumundaydı. O da diğer insanlar gibi bu süreçte gördüğü ve yaşadığı şeyleri hiçbir zaman unutmadı.
-9-
Bir yaz günü gelip gövdeme yaslanmış ve uzun bir süre hiç konuşmadan durmuştu. Ne zamandı tam hatırlamıyorum ama çocukluk dönemi bitmiş, genç bir insan olmuştu artık. Bir süre sonra sessizliğini bozdu ve anlatmaya başladı.
"Bu hayatta en çok canımı yakan şeylerden biri ne biliyor musun? Çok değer verdiğim, benin için çok önemli olan ve bana değer verdiğini söyleyen birinin bana karşı umursamaz olabilmesi. Mesela canımı yakacak bir durumu canımı yakacağını çok iyi bildiği hâlde bana yaşatması ya da onunla konuşmaya çok ihtiyacım varken ulaşılamaz olması. Canımı yakan çok insan oldu ama bu insan sevdiğim, dostum dediğim biri değilse çok da aldırmadım yaptıklarına. Ama en sevdiklerimin canımı yakması dayanılmaz bir şey benim için."
Sakin sakin söylüyordu bunları ama içinde fırtınalar kopuyordu aslında. Sanki basit bir durum tespiti yapar gibiydi.
"Şu an ona çok ihtiyacım var ama o sürekli benden kaçıyor. Kendini de duygularını da düşüncelerini de benden kaçırıyor. Biliyorum aslında onun da bana söylemek istediği şeyler var ama hep kendini tutuyor. Neyden korkuyor ya da neyden kaçıyor bilmiyorum. Bazen onu kendime çok yakın hissediyorum, aklından geçenleri daha o söylemeden bilebiliyorum. Aramızda sözsüz bir köprü oluşuyor sanki, bir göz teması yetiyor anlaşabilmemiz için. Bazen de aramıza uçurumlar giriyor, bir yabancı gibi davranıyor bana. Gönülden gönüle kurduğumuz o köprü yerle bir oluyor, gözlerini benden kaçırıyor. Ona bakıyorum, hiç umurunda değilmişim gibi yanımdan geçip gidiyor, sanki herhangi biriymişim gibi."
Konuşmasını sürdüremedi, devam etse kendini tutamayacaktı belli ki. Ama onun huyudur, hep kontrollü olmak ister. Sanırım ki kontrolü kaybettiğinde kendini savunmasız hissediyor, bu durum çok büyük bir yük onun için.
-10-
Ağaç olmak yüzlerce yıl boyunca dünyayı tek bir noktadan izlemek anlamına gelir ki bu siz insanlar için çok garip bir durumdur. Sizler gezmek, farklı yerler görmek, sevdiklerinizin peşinden gitmek istersiniz. Bizim böyle bir şansımız yok, çoğu zaman başka yerlerin varlığından bile haberimiz olmaz. Bu durumumuz bize her daim köklerimizi saldığımız toprağa ait olduğumuzu hatırlatır, kopmaz bağlarla bağlandığımız bir aidiyet duygusudur bu. Arkadaşım ise kendini bir yere ait hissedemediğinden yakınırdı hep, çocukken kendini hiçbir eve ait hissedemediğini söylerdi. İki ayrı evde büyümüştü, kendi deyimiyle "ait olmadığı iki ev, iki düzen arasında; düzensiz, eksik bir çocukluk" yaşamıştı. İlk gençlik yıllarında bir gün bu konudan bahsetmişti bana:
"Bir yere ait olamama hissi çok kötü bir duygu, insanı içten içe çürüten, huzursuz eden bir şey. Oysa insan bir yerlere kök salmalı; bir eve, bir şehre ya da bir yüreğe. Kök salabildiğim bir evim olmadı benim, hep misafir gibi hissettim kendimi. Bu şehre kök saldığımı düşünüyorum, sokaklarda evde olduğumdan daha huzurluyum sanki. Peki kök saldığım bir yürek var mı? Bilemiyorum. Yalnızlığın en kötü hâli nedir biliyor musun? İnsanların içindeyken hissettiğin yalnızlık. Çevrende kimse yokken yalnızsındır, yapacak pek bir şey yoktur bu durumda. Hatta yalnızlığının tadını bile çıkarabilirsin. Ama arkadaşlarının, dostlarının arasındayken anlaşılmadığını düşünerek bir yalnızlık hissediyorsan, başa çıkılması çok zor bir durum içindesin demektir. En sevdiklerim bile beni anlamıyorsa onların yüreğine kök salmış olmam pek mümkün değil sanki. İşte bu yüzden kendimi hiçbir yere ait hissedemiyorum ve içimi kemiren bir yalnızlık yaşıyorum."
-11-
O gün birkaç kez yanımdan geçmişti ama benimle konuşmadı. Üç buçuk ay önce, üniversite için başka bir şehre gideceği gün konuşmuştuk en son. Onbeş - yirmi gün kadar önce buradaydı ama konuşamadık hiç, birkaç kere arkadaşıylayken gördüm onu ama hiç yanıma gelmedi. Bugün hep yalnızdı, arkadaşları dönmemişti galiba. Serin bir kış günüydü, yapraklarımız çoktan dökülmüş, kış mevsiminin getirdiği yalnızlık ve yoksunluk iklimi tüm caddeye sinmişti. Akşamüstü tekrar yanıma geldi, gövdeme yaslandı ve uzun süre sustu. Böyle zamanlarda hiç sesimi çıkarmadan kendi kendine dilinin çözülmesini beklerim. O gün sessizlik her zamankinden daha uzun sürdü ama sonunda anlatmaya başladı:
"Gelmeden birkaç gün öncesine kadar çok farklı planlarım vardı, buradan önce başka bir yere gidecektim ve belki de bu seyahat beraberinde güzel şeyler getirecekti. Yıllardır içimde biriken, soluğumu kesip beni konuşturmayan şeyleri anlatma zamanının geldiğini düşünmüştüm. Sabahattin Ali bir kitabında şöyle demiş: İçimde yarım kalmış bir konuşmanın üzüntüsü var. Benim içimde ise yarım kalmış bir öykünün hüznü var. Oysa yapılacak bir sürü şey, söylenecek bir sürü söz vardı. Daha en güzel cümlelerimi kuramamıştım, en güzel dizelerim çıkmamıştı kalemimden, çizilecek çok güzel resimler vardı hayâlimde. Tüm bunların ne kadar imkânsız olduğunu bir kez daha öğrendim bugün, meğer hepsi benim kurduğum bir avuç avuntudan ibaretmiş ve çizilecek resimlerde bana yer yokmuş. Sözlerimi rüzgârlara, dizelerimi ve resimlerimi bulutlara yükleyip uzaklara yolladım. Artık kimsenin haberi olmayacak bunlardan. Yarım kalmış bir ömür duruyor önümde yaşamak için. Bu yollar nasıl yürünür tekrar, bu gözler nasıl bakar, dilim nasıl söyler sözcükleri, yüreğim nasıl çarpar? Çok sevdiğim bu şehir bile aynı olamaz artık; bu çınarlar, bu kuş sesleri, bu rüzgâr, bu deniz hepsi yabancı artık bana. Ah yok olmak bir mümkün olsa."
Konuyu kapatmıştı artık, ne dersem diyeyim bu konu ile ilgili tek bir kelime bile çıkmazdı ağzından. Ben de susarak hüznüne ortaklık ettim. Akşam oldu, hava karardı ve iyice soğudu, hüznümüz büyüdükçe büyüdü. Yanımdan ayrılırken "Belki bir daha görüşemeyiz, kendine iyi bak, beni düşünme, su akar yatağını bulur." dedi ve karanlıkta kayboldu. Elbette ki tekrar görüştük ama o gün bazı kapılar kapanmıştı sanki.
-12-
Yıllar geçtikçe görüşmelerimiz azaldı. Hiç sohbet etmediğimiz, hatta onu hiç görmediğim yıllar bile oldu. Arkadaşım evlendi, çocukları oldu, hayat karmaşası içinde savrulup gitti. İçindeki çocuğu derinlere gömdü. Uzun, çok uzun zaman sonra bir gün yine bir soruyla yanıma geldi.
"Bir yürek en fazla kaç parçaya ayrılabilir?"
Güneşli bir kış günüydü bu soruyu sorduğunda. Aylardan Mart'tı, henüz bahar başlamamıştı ama bahar gibi bir gündü. Arkadaşımın yaşı ilerlemiş, bir şairin deyimiyle yolun yarısını çoktan geçmişti.
"Aynı anda kaç yerde yaşayabilir insan, yüreği kaç yürekle birlikte atabilir? Özlediğim bir sürü insan var, hepsi de ayrı yerlerde. Kimi çoktan göçüp gitti, ardında büyük bir boşluk bırakarak, kimi başka bir şehirde kimi başka bir ülkede. Seslerinin yankısı hep kulaklarımda, bakışları hep gözlerimin önünde. Biri yakınımda olsa diğerleri uzağımda kaldı hep, oysa tüm sevdiklerim yanımda olsun istedim ben. Birilerine kavuşma sevinci birilerini özleme hüznüne karıştı, her buluşma beraberinde bir vedayı getirdi. Bugün geldiğim noktada hayatımı bağladığım yer, geçmişimden izler taşıyan bu şehre çok uzak. Ömrümün yarısını gurbette geçirdim, her günü sılamı özleyerek geçti. Peki ben neden bu yolu seçtim? Biraz hayat şartları etkili oldu tabi ki ama daha çok bir kaçıştı benim için. Özleyeceğimi bile bile neden uzaklaştım çok sevdiğim şehrimden?"
Soruyu kendine sormuştu, herhangi bir yanıt vermedi. Biraz neşeli gibiydi ama daha çok hüzünlüydü, daha önce görmediğim değişik bir hâldeydi. Uzun zamandır görmediği dostlarıyla bir araya gelmişti bugün. Gününün nasıl geçtiği ile ilgili bir şey anlatmadı. Sabah erken saatlerde yanımdan geçmişti, yanında uzun yıllardır görmediği çocukluk arkadaşları vardı, biraz gergin gibiydi. Daha sonra başka arkadaşları ile gördüm onu, garip bir hâli vardı. Gün içerisinde çok değişik duygular yaşamıştı anlaşılan. Benimle konuşmak için geldiğinde hava kararmıştı.
Soruyu sorduktan sonra uzun süre konuşmadan bekledi. Sonra her zamanki tavrıyla sakince konuşmaya devam etti.
"Birçok farklı şehirde bulundum, kiminde kısa süre kaldım kiminde daha uzun. Yurdumun doğusunda batısında, kuzeyinde güneyinde bir parçam kaldı hep. Birine bağlandığımda ondan kopamıyorum, bu durum diğer insanlarda böyle değil sanki. Artık yoruldum, yeni dostlar edinmiyorum uzun zamandır. Bu durumu yaşamaktansa yalnız kalmak daha iyi gibi."
Bir süre daha sessizce yanımda durdu. Vedalaşırken "Keşke herkes senin gibi olsa, her geldiğimde aynı yerinde beni beklerken bulsam sevdiklerimi." dedi ve hüznünü de yanına alarak uzaklaştı. Son görüşmemizdi bu, bir daha ne zaman gelir bilmiyorum. Yıllar geçtikçe görüşme sıklığımız azaldı. Bir gün son kez görüşeceğiz ve ikimiz de bunun farkında olmayacağız.