CAMIN ARDINDAKİ HAYATLAR
Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte, henüz şehir uyanmadan alarmı çalardı. Kırklı yaşlarının sonundaydı ve saçlarında beliren aklar, omuzlarındaki yükün ağırlığının birer nişanıydı. Her gün aynı ritüel: soğuk suyla alınan bir duş, hızlıca yutulan bir lokma kahvaltı ve sonra, şehrin labirentine doğru yola çıkış.
Eski püskü otobüs durağına doğru yürürken, kaldırımlardaki çatlaklara, dökülen sıvalara, şehrin çehresindeki yorgunluğa dikkat ederdi. Durağa vardığında, kendisi gibi erkenden yollara düşen, yorgun yüzlü insanlarla dolu bir kalabalıkla karşılaşırdı. Her sabah aynı manzara; sıkış tıkış otobüsler, burun buruna yapılan yolculuklar… Kimsenin sesi çıkmazdı. Herkes kendi düşüncelerine gömülmüş, günü sağ salim atlatma derdindeydi. Otobüsün camından dışarıyı seyrederken, lüks arabaların hızla yanlarından geçip gidişini izlerdi. İçlerinde gülücükler saçan, rahat koltuklarında kahvelerini yudumlayan insanlar… Onlar, onun dünyasına ait değillerdi. Onlar, camın diğer tarafındaki, parlak ve ulaşılmaz dünyanın sakinleriydi.
İşine her gün yaklaşık bir buçuk saatte varırdı. Küçük bir matbaada çalışır, gün boyu makinelerin gürültüsüyle boğuşur, matbaa mürekkebinin keskin kokusunu içine çekerdi. Ellerindeki nasırlar, yılların emeğinin, alın terinin izleriydi. Gün içinde patronun bazen sert çıkan sesi, bazen de "daha hızlı" diye yükselen uyarıları, zaten yorgun olan omuzlarına bir ağırlık daha bindirirdi. Bir yandan da faturaları düşünürdü: evin kirası, çocukların okul masrafları, bitmek bilmeyen borçlar… Kazanılan para, ay sonunu getirmeye çoğu zaman yetmezdi.
Öğle molalarında, çoğu zaman yanında getirdiği soğuk sandviçini yerken, matbaanın hemen karşısındaki lüks restoranın pencerelerinden içeri bakardı. İçerideki parlak ışıklar, özenle hazırlanmış masalar, kahkahalarla yankılanan sesler… O anlarda, kendi hayatıyla o restoranın içindeki hayat arasındaki uçurumu daha net hissederdi. Onların lüksleri, onun alın teriyle kazandığı paranın katbekat fazlasıydı.
Akşam eve dönüş de sabahki kadar çileliydi. Yorgun argın bindiği otobüs, günün tüm yorgunluğunu, adaletsizliğini, çaresizliğini sırtında taşıyan insanlarla doluydu. Kimi uyuklar, kimi boş boş dışarıyı seyrederdi. Kimse konuşmazdı, herkes aynı hikâyenin farklı karakterleriydi. Oturduğu yerden caddeleri, apartmanları, ışıkları süzerken, şehrin bu kadar çok insana ev sahipliği yaparken, neden bu kadar çok yalnız insanın olduğunu düşünürdü.
Eve vardığında, eşinin sıcak tebessümü, çocuklarının "Baba!" diye sarılması, günün tüm yorgunluğunu bir nebze olsun unuttururdu. Ama zihnine takılan sorular hep aynıydı: Neden bu kadar çok çalışıp da yetinemiyordu? Neden bazıları doğuştan şanslıyken, diğerleri ömrünü bir nefes almak için mücadeleyle geçiriyordu? Şehrin her köşesinde yükselen devasa binalar, lüks araçlar, parıltılı mağazalar… Bunların hepsi kimin içindi? O ve onun gibi binlercesinin bu parlaklığın neresindeydi?
Yatağına uzandığında, tavandaki çatlaklara bakarken, şehrin sessiz çığlıklarını duyardı sanki. Bu çığlıklar, adaletsizliğin, eşitsizliğin, yoksulluğun ve zenginliğin arasındaki o görünmez ama yıkılmaz duvarın çığlıklarıydı. Ve bilirdi ki bu çığlıklar, kendisi gibi nice orta yaşlı adamın, her sabah işe gidip gelirken içlerinden yükselen, kimsenin duymadığı feryatlardı. Her yeni gün, aynı döngünün, aynı mücadelenin ve aynı sessiz eleştirinin başlangıcıydı.